5 Aralık 2013 Perşembe

İstanbul Hatırası // Ahmet Ümit

Edebiyat dersinde okutulan kitap, İstanbul Hatırası, 40 güne yakın elimde sürünse de sonunda bitti. Kitabın sıkıcı olmasından değil, benim tembelliğimden her şey. Öhöm... Bir de sınavlar. Ahmet Ümit okumak adına çok güzel bir başlangıç oldu benim için. Niyetim vardı, başlarken de doğru bir seçim yapmış oldum bu kitap ile. Hala okumayanlar varsa bu kitap ile başlayabilirler.

Hoca söylediğinde gidip aldım kitabı. Sadece cep boy vardı. Ucuz olmasına ucuz ama kullanışlı değil. Normal boyutunda olanı araştırıp bulmadığıma pişman oldum. Üstelik normal boyutlarda olanda kitaptaki cinayet bölgelerine uygun bir harita da varmış, okulda okuyanlarda gördüm. Cep boyu okurken çok narin olunması gerekiyormuş bunu da öğrendim. Sayfaların arasını caaaart diye ayırınca, kitabın sırt kısmı bir güzel zarar görüyormuş. Bundan ötürü hala okumayan ve okuyacak olanlara tavsiyem: Cep boy olanı görseniz de almayın, araştırın, bulun, büyük alın.

Kitabın künye bilgileri için tıklayın.
Bu sene kitap fuarında dört imza günü düzenleyen Ahmet Ümit'in iki tane imza gününde fuardaydım. Ama o ne sıradır o... Gözüm korktu, zamanım da az olunca giremedim kuyruğa. Kitap iki kere benle Bostancı-Beylikdüzü yolculuğu yapmış oldu.

Kitap hem düşündürüyor hem bilgi veriyor dememiz mümkün. İstanbul hakkında onlarca bilgi ediniyoruz kitapta. Tarihi hiç sevmediğimden büyüklerim bana "hikayeleştir kafanda" derlerdi. İşte bu kitap bence hem bu denileni benim için yapıyor hem de bilgi üstüne bilgi veriyor. Üstelik Ümit, akıcı diliyle güzel bir roman koyuyor önünüze.

Kitapta olan her 7 cinayetin 7'si de ayrı bir heyecan dolu. Başkomiser Nevzat'ın ağzından leziz bir polisiyeye hazır olun!

"Hayat, bozmaktan korktuğu için dokunmaya çekiniyor hayallerimize..."

Kayıp Rıhtım'daki yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Bu Bayram Neler Okudum?

Belgariad #5 - Efsuncunun Son Oyunu // David Eddings

Belgariad serisinin son kitabı Efsuncunun Son Oyunu. Garion, Torak ile sonunda karşılaşıyor kitap kapağında da görüldüğü gibi. Seri hakkında genel anlamda şöyle diyebilirim: Konu bakımından gerçekten severek okudum. Tek eleştirim vardı o da kitabın yazılırken sanki biraz yüzeysel geçilmiş olduğu. Daha çok betimleme ve ayrıntı bekliyordum diyebilirim. Ama Eddings leziz bir seri kaleme almış. Fantastik edebiyata yeni başlayanlar adına güzel bir öneri olabilir. 







Marşandiz Fanzin

Gerçeklerle arası iyi olmayan edebiyat fanzini, Marşandiz'in 2. sayısı. En başta Lokomotif adlı kısım karşılıyor bizi.

"Son ne zaman bilmesek de, başlangıçları hep gözlerimiz dolarak anıyoruz. Mücadeleye devam edileceğini biliyoruz. Çünkü biz tüm çizgi filmlerin ilk bölümlerini hatırlıyoruz!"

Bu sayıda bizi 3 öykü, 2 şiir, 1 tane de çizgi öykü karşılıyor. Kayıp Rıhtım'da DarLy OpuS diye tanıdığımız Onur Selamet, Amras Ringeril adıyla aşina olduğumuz Özgürcan Uzunyaşa ve Daarlan Gardan olarak bildiğimiz Onur Altan öykülere hayat vermiş. Çizgi öyküyü Emre Öksüz çizmiş. Can Keretek ve geçenlerde Gökyüzüne Düşen Kız adlı kitabı çıkan A. Orçun Can da şiirlerini bizlerle buluşturmuş.


Dönüşüm // Franz Kafka

Çevirmen Ahmet Cemal'in kaleminden çok hoş bir önsöz ile başlıyor Dönüşüm.

"Gregor Samsa, bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu."


Kafka'nın dilini ve önsözü konudan daha çekici buldum diyebilirim. Yine de okuduğuma pişman olmadım. Bir çırpıda bitti. "Sonsöz", "Kafka'dan Felice'ye Dönüşüm üzerine", "Dönüşüm ile ilgili başkaca yazışmalar, günce notları ve konuşmalar" adlı kısımlar da ilgimi çekti.





Giddar // Erbuğ Kaya

Türk fantastik yazarlarına en başından beri bir sempatim var. Fantastik okumaya da onlarla başladım zaten. Erbuğ Kaya ile kitap fuarında, Gio Ödülleri'nde görüşmüş, tanışmış biri olarak bir seneden uzun süredir başlamak istiyordum kitaplarına. Geçenlerde M. İhsan Tatari'nin kitabı bana hediye etmesi ve fuarda Erbuğ Kaya'yı tekrar görüp kitabı imzalatma şansımı fırsat bilerek başlamış bulunuyorum sonunda Giddar'a. 

Henüz çok başındayım. Tek söyleyebileceğim güzel bir kitap olabileceği yönünde çok umutluyum. Erbuğ abinin de dilini sevdim. Bitirdiğimde buraya tekrardan bir şeyler karalayacağım.

8 Ekim 2013 Salı

Soğuk Kahve // Ahmet Batman


Alıntılar:
"Ve bir kalbin içini 'kendine iyi bak' lafı boşaltabilir mi? Biraz düşün, sonra beni yeniden sev. Olmadı yeniden gidersin, alıştım ben."

"Bir kızın hayatından gitmek, onu hayatından uzaklaştırmak olmuyor. Özlüyor biliyorsun, hatta üzülüyorsun o özlüyor diye... Hala severken hala susuyorsun ve unutmak 'unutmak' yazmak kadar kolay değil."

"Ve gitmem demişti. Saflıktan değil sevmekten inanıyorsun ve gideceğini bile bile seviyorsun."

"'Uyuma konuşalım diyen biri olmalı' derler ya... Bazen çok öyle bir hayatı arıyoruz. Biz çok uykusuz kaldık, sabahlara kadar konuştuğumuz zamanlar oldu. Bu bizi farklı yapmaz, herkesin olmuştur. Geçmişe baktığında o konuşmaların çok gerekli olmadığını anlıyorsun. Hatta hiç gerekli değil hep boş muhabbet. Keşke o gecelerde kitap okusaydım demiyorum. İnsan o an mutlu olduğu şeyi yapmalı..."

"İnsanların çoğu sizi hiçbir zaman anlamayacak. Hayatta bizi anlayacak birkaç insan var belki de... Onlar da çok uzakta."

"Gereksiz tartışmalar bazen ilişkinin ömrünü kısaltır. Kıskançlık bazen güzel görünebilir ama çoğu zaman yıpratıcıdır. Farkında olmadan yıpranıyoruz ve sonra bir bakıyoruz ayrılık gelmiş."

"İnsan ne istediğini iyi bilmeli. Ben yalnızlığı seviyorum mesela. Yalnızlık iyidir, bir kere trip atmıyor. Mesaj atıp cevap beklemiyor. Bugün ne yaptın diye sormuyor. Eksikleri de var tabii. Kimse yalnızlığa sarılamaz."

"Birinden gitmek, gitmelerin en güzelidir aslında. Kolay bir şey değildir ve cesaret ister, öyle ki herkes cesaretli insanları sever."

 "Çok sevmen lazım, böyle sarıldıkça sarılmak istediğin biri olmalı hayatında...  Seninle ilgilenmeli ama bazen arayıp sormamalı, özletmeli kendini. Onu kıskanmana gerek yok, güvenmelisin."

"Tamam, gökyüzü hala mavi ama beraber bakmadıktan sonra... Gör işte cümlelerin sonu bile gelmezken, sen nasıl getirdin benim sonumu. Sen gidemezdin ki benden, ne zaman öğrendin gitmeyi?"

"Bazı insanlar var, çok sevdiklerimiz işte. Onlardan uzaklaşmayı deniyoruz zaman zaman. Nedeni önemli değil ama büyük ihtimalle kırılmışızdır. Uzaklaşırız belli bir mesafeye kadar, sonra öyle kalırız. Yaşarken ölmek gibi bir şey bu. Uçan balonun patlaması gibi..."

"Hayat bir bakıma hayatımıza girenlerden ibaret değil mi? Dışımızdaki insanları içimize davet etme şekli."

"Akıl olmazdı, eğer kalp her zaman doğruyu söyleseydi."

"İnsan uzun süre sevince alışıyor ve kopmak artık zorlaşıyor. Her insan böyle olmasa da çoğumuz böyleyiz. Sevgilerimizin devamı alışkanlıktan. İlişki öyle bir sahip oluyor ki bize, kaçamıyoruz. Israrla sesini duymak, onunla bir şeyler yapmak ya da her zaman yanında olmak falan istiyoruz."

"Sen gitmek nedir bilir misin çocuk? Yok, yok bilmezsin ama senin yerine de düşünmek istemiyorum.
Belki de bilirsin. Hiç gittin mi sen? Hiç gittiler mi senden? Ve içinden geldiği gibi yazabildin mi?
Offfff diyerek her neyse boş ver diyebildin mi?
Hayatında binlercesi varken, o birine takılıp kaldın mı sen hiç?
Gitmekmiş...
Sen ne bilirsin gitmeyi çocuk.
Oyun mu sandın sevilmeyi.
İnsanları kırmayı bardak kırmakla bir mi tuttun!"

"Sizler topuklu ayakkabısı ayağına vuran kadınlarsınız. Topuklarınızın altında kağıt mendiller var. Bazılarınızın gözyaşlarını silen mendiller işte, yabancı değiller. O mendiller hep canınızın yandığı yerlerde..."

"Bir giden daha ekledim yalnızlığıma, hepsi bu. Hiç görmesen artık seni, ömür boyu görmesem gülüşünü sırf bu yüzden bile kendimi affedemem. İnsanın kendine yaptığını hiç kimse yapamıyor işte."

"Öyle herkese sarılamazsın ama bazıları sarılırken kaburgalarını kırsa sesin çıkmaz."

"Ayrılık alışkanlık dediler, sen olmasan bile ben olabiliyormuşum, en kötüsü bu belki de... Gitme demem çünkü insan kafasına koyduğunu yapar."

"Bir şeyin asıl değerini kaybettiğinde anlarsın. Dünyanın en salak insanı olsan yine anlarsın. Kaybetmek de öyle bir şey."

"Boş vakin olursa kitap okuma, müzik de dinleme. Az biraz beni özle, sonra da ne halin varsa gör."

"Her ilişki bir şekilde yarım kalıyor zaten. Sonsuza kadar sarılmak istediğin birini buluyorsun ve ortak bir şarkınız oluyor. Sonrası yok, sevmişsin artık, bir süre düşünme onu olduğu gibi kabul et. Ya oluruna bırak ya onu bırak. Onu bırakma, yeniden sevmek çok yorucu... Vaktin olursa kendine iyi bak."

"İnsanın kalbi söz dinlemez ve karşısındaki acı verse de sever. Zaman zaman vazgeçmek istersin ama yapamazsın. Alışmışsındır bir kere acı çekmelere... Bazen umut verir karşındaki, hani bir bakışı yeter işte, bir şey olduğu yok aslında, bir şey olmaz işte, sadece baktığı yere denk gelmişsindir belki de..."

"Hayat, hayatımızda olan insanlara rağmen yalnız olduğumuzu anladığımız anda başlar."

"Bazen ağlıyor senin için, kıyamıyorsun, ait değilsin ona ama seviyorsun, sevmek bir bakıma aitlik oluyor işte, kendine bile ait değilken."

"Biter mutlaka sözler. Gidişin en zoru ama belli etmek yakışmaz sana. Rahat bir tavırla en kolayından bir hoşça kal. O an susuyorum ama lütfen, hoşça kalma da yanımda kal."

"Biraz elinde olan biraz olmayan, belki çoğu zaman dayatılanı yaşayan ve hiçbir zaman istediğine sahip olamayan insanlar olarak ayrılacağız bu hayattan."

"Bir kızı çok severek mutlu edemezsiniz. Ona diğerlerinden farklı olduğunu hissettirin."

"İyi olmak gökyüzüne dilediğin an bakabilmektir bence. Kafanı kaldır ve her şeyi bir daha düşün şimdi. Özgürsen sorun yok. Gökyüzü hala senin..."

"Hangi şarkının çalığı önemli değil, senden bana gelsin yeter."

"İnsanların hayatta korkuları vardır. Biri ölmekten, biri kaybetmekten, biri sevmekten korkar. Ben en çok bir kızın bana alışmasından korkarım, çünkü karşılıksız alışkanlık çok acı verir."

"En korktuğum şey yokluğuna alışmaktı ya; o da oldu. Şimdi böyle bitermiş diye soruyorum. Bitmez denilen şeyler ve tam olarak bittiğini hissettiğin anlar...
Ve nasıl olsun bir başkası senin gibi...
Bir döner misin?
En azından ben olmadan yürü aynı yolları."

"Hiçbir ortak noktanızın olmadığı, hiçbir konuda anlaşamadığınız insana gider aşık olursunuz. Bu hayatın 'Al sana aşk' deme şeklidir."

"Herkes aynı dünyaya başka yerlerden bakar, mesele bu cümbüşü anlayabilmek."

"Sonra yok efendim ben unutamıyorum. Eee sen unutmak istemiyorsun ki... Önce bir düşünmek lazım: Bir ilişkinin içine bizim şarkımız diyerek 10+ şarkı katan insanın onu hatırlamamak gibi bir lüksü kalır mı? Sen unutsan radyolar hatırlatır."

"Dünyanın en büyük evinde en büyük odaya sahip olsan da; senin sıkıştığın yer beyninin içidir ve bütün kazalar orada gerçekleşir."

30 Eylül 2013 Pazartesi

Cem Adrian - Şeker Prens ve Tuz Kral // Blue Jean - Kritik


Emir'le başlayıp Kayıp Çocuk Masalları'yla devam eden üçlemenin son ayağı olan Siyah Bir Veda Öpücüğü çıkalı henüz bir sene olmuşken yeni bir albümle daha karşımızda Cem Adrian. Şeker Prens ve Tuz Kral Adrian'ın 7.albümü olmakla birlikte
tıpkı öncekiler gibi söz, müzik, prodüktörlük, mix ve şarkıların kaydı, hepsi Cem'in elinden çıkma. Bu durum Cem Adrian'ın sanatsal kişiliğini daha bir ön plana çıkarıyor elbette. "Üzerine yağmur yağmamasını istediğim tek masalım..."diyor Adrian yeni albümü için ve ekliyor: " Albümün benim için en özel ve en sevdiğim şarkısı "Şeker Prens ve Tuz Kral". 18 yaşında yazmış olduğu "Tek Kişilik Aşk" adlı şarkısı da albümde kendisine yer buluyor, üstelik albümün ilk klibi olma özelliğine de sahip. Etkileyici sözler ve kasvetli müzikleriyle yine klasik bir Cem Adrian albümü Şeker Prens ve Tuz Kral. Bu albüm sadece Cem Adrian’ın sadık kitlesine önerilir.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Gökyüzüne Düşen Kız // A. Orçun Can


   "Yıldızlı bir gecede gökyüzüne yeterince dikkatli bakarsanız, yıldızların uzaklardan göz kırpan insanlara nasıl da benzediğini görebilirsiniz."


A. Orçun Can
Kayıp Rıhtım'da Fiddler nicki ile adına aşina olduğumuz A. Orçun Can'ın ilk kitabı Gökyüzüne Düşen Kız. Kitabın arkasında yazdığı gibi: "Gökyüzüne Düşen Kız, genç bir yazardan, A. Orçun Can'dan 'genç işi' bir çocuk romanı..."



Kitap 7 bölümden oluşuyor; Panayırdaki Kara Adam, Gökyüzüne Düşmek, Gökçekimi, "Tulub" Adında Bir Bulut, Suyun Altında Bir Milyon Gümüş Balık, Şemsiye Kullanmanın Yedi Farklı Yolu, Gökyüzündeki Beyaz Adam.

"Nil’in hayatta sevdiği üç şey vardı: Koşmak, zıplamak ve düşmek… Galiba düşmeyi neden bu kadar sevdiğini kimse anlamayacaktı." 

 

Nil, anneannesi ile bir panayıra gider ve orada biri ile karşılaşır. Bu kişi panayırdaki kara adamdır. Orçun Can, kitapta panayırdaki adamla karşılaşmanın devamını şöyle anlatır: "Baştan aşağı kapkara giyinmiş, inci gibi parlayan dişleri dışında saçlarına, sakallarına kadar kara bu adam, tam anneannesi alışverişini bitirmişken durdurmuştu onları. Sanki Nil'in aklından geçenleri okumuşçasına, ona doyasıya zıplayabileceği ve düşse bile canını acıtmayacak bir eşyadan bahsetmişti. Uzun, ince bir kutu uzatmış ve bunun bir trambolin olduğunu söylemişti." 

Trambolini gönülsüz de olsa almıştı anneannesi ve Nil çok mutluydu. Trambolin kurulduğundaysa zıplamış, zıplamış ve tekrar zıplamıştı... 

"Nil zıplarken etrafındaki manzarayı görebiliyordu. Önce evlerinin ikinci katını, sonra çatısını, yüksekten geçen elektrik tellerini gördü. Bu inanılmazdı. Resmen havadaydı. Birkaç saniye içinde tekrar düşmeye başladı, tekrar elektrik telleri, çatı, ikinci kat, birinci kat ve sonunda siyah kumaş... Kumaş ayaklarının altında iyice gerildi, esnedi, sanki ayakları yere değecek kadar aşağı çekti onu. Bir an trambolinin bozulduğunu, artık zıplayamayacağını düşündü, derken trambolin onu yaydan fırlayan bir ok gibi tekrar havaya fırlatıverdi.
"Hızla yükselirken tekrar evin ikinci katını, çatısını, elektrik tellerini gördü. Sonra, tepelerdeki birkaç evin çatısını, uzakta küçük bir harita gibi kasabayı, hemen yanından geçmekte olan kuş sürüsünü gördü ve birden bulutların çok yaklaştığını fark etti. Aşağı baktığı  zaman evini bir nokta olarak seçebildi, belki de başka evi görüyordu şu an. Fazla mı yükselmişti ne? Anneannesi ve dedesi onu görseler, herhalde trambolini hemen ortadan kaldırıverirlerdi. Bu kadar yüksekten düşünce trambolin onu tutabilir miydi? Tepesindeki bembeyaz bulutlar yaklaşmıştı artık. Yükseldi, yükseldi, yükseldi ve sonra bir anda, ayakta değil de baş aşağı duruyormuş gibi oldu. Bunu fark ettiği an, aslında yükselmiş olmadığını, düştüğünü anladı.
"Yerden binlerce metre yüksekteydi ve baş aşağı dönmüş bir halde, kendisine hızla yaklaşan bulutlara doğru, gökyüzüne düşüyordu."

Nil gökyüzüne işte tam da böyle düştü. 

Nil'i bir kenara bırakıp tekrar yazardan bahsetmeye ne dersiniz? Gökyüzünde neler olacağından bahsedeceğim elbet. Ama hem siz biraz merak edin hem de o sırada ben de yazarımız hakkında sizi bilgilendirmiş olayım.
Kendisini tanımanız için aslında internet sitesine bakabilirsiniz. Bir de birkaç tavsiyem daha olacak. Bunlardan ilki Kayıp Rıhtım'da yayınlanan röportajıCan, sinemayla da yakından ilgili. Londra'da film ve televizyon üzerine yüksek lisans eğitimi almış ve kısa film denemeleri de olmuş. Senaryo denemelerinin olduğu, internet dizisi ve klip çekimi gibi işlerle uğraştığını da biliyoruz. Bundan ötürü Rüyagezer'in Günlüğü'nü  izlemeniz önerilir.

Evet efendim, artık Nil'e dönme vaktimiz geldi.

Gökyüzüne düşen Nil, inceler gökyüzünü, insanlarını. Her insan, kıyafetleri de dahil olmak üzere bembeyazdır orada. Nil, orayı incelerken bir yandan da eve nasıl dönebileceğini düşünmektedir. Bir anda önünde mavi-beyaz üniformalı, beyaz kasketli bir adam eğilivermiştir ve onu prensese benzetmiştir. Gökyüzü Krallığı'nın prensesine... Adam yanından ayrıldığında ise Nil yürümeye devam etmiştir. 
"Yüksek binalarla çevrili, dar ve loş bir sokakta ilerlerken, birden karşısına bir çocuk çıktı. Bir süre birbirlerine baktılar ve çocuk, 'Sen prenses değilsin!' dedi."
Aksel ile de böylece tanışmış olur. Ona da sorar eve nasıl gidebileceğini. Ama bunun cevabı Aksel'de de yoktur.

“Nil, Prenses senden korkuyor; çünkü sen onun zıddısın. Korkuyor; çünkü bir araya gelirseniz ne olacağını bilmiyor. Belki o kısa çubuk olacak, belki yok olacak, belki sadece seni güçlendirecek. Belki de bambaşka bir şeye dönüşecek. Bir düşünsene, sen buraya geldiğinden beri dikkatleri nasıl üzerine çekiyorsun. Korkuyor; çünkü onun karşıtı, onun yerini alabilir, onu devirebilir, onu ortadan kaldırabilir… Eğer seni zindana atarsa bunu düşünmesi gerekmeyecek.”


Kayıp Rıhtım'daki incelemede Bahri Doğukan Şahin'in de dediği gibi: Aksel’le birlikte kısa soluklu birkaç macera yaşayan Nil, sirkte “Tulub” adında bir bulutla tanışır. Tulub, Nil ve Aksel’i, peşlerindeki kraliçe muhafızlarından korur ve kaçmalarına yardım eder. Ayrıca onlara çeşitli bilgiler vererek birkaç konu hakkında aydınlatır.
Nasıl ki her şeyin bir zıddı var, Siyah Adam’ın da bir zıddı olmalı; bir Beyaz Adam. Aksel ve Nil Beyaz Adam’ın peşine düşerler. Yaklaşmakta olan tehlikeye rağmen onu bulabilecekler mi dersiniz?

" 'Bir trambolin her şeyden önce zıplamaya yarar!' demişti. İstediğiniz kadar zıplayabilirsiniz. İkincisi, her zıplamada olduğu gibi, trambolin de düşmenizi sağlar, ama kontrollü bir şekilde düşmenizi. Düştüğünüz yer yumuşacıktır ve sizi hemen ayağa kaldırır. Ne bir acı, ne bir yara.
"Üçüncüsü, yorulduğunuz zaman üzerine yatabilirsiniz. Çok yumuşak ve rahattır. İsterseniz dışarı kurup yatar, gökyüzünü izlersiniz; evinizin içindeyse, şöyle bir uzanıp nefeslenirsiniz. Dördüncü olarak, serinlemek için harika bir araçtır. Tabii ki bu soğuk kış günlerinde böyle bir şey istemeyebilirsiniz; ama denizdeyken ya da bisiklete binerken esen rüzgarı hissetmek hoşunuza gidiyorsa trambolin de size aynı hissi verecektir.
"İsterseniz insanları kurtarmak için kullanabilirsiniz. Tabii, dilerim kimseyi kurtarmak zorunda kalmazsınız; ama itfaiyeciler bile yüksek yerlerden atlayan insanların başına bir şey gelmesin diye trambolin kurar. Altıncısı, insanları kurtarabileceğiniz gibi, trambolini insanlardan kaçmak için de kullanabilirsiniz. Trambolin üzerinde zıplarken çevrenizde olup bitenleri takip edemezsiniz. O yüzden canınızı sıkan bir şeyler söyleyen insanlara karşı her zaman, onları duyamadığınızı söyleyebilirsiniz.
"Ve son olarak... biliyorum çok kullanışlı değil; ama birden yağmur bastırırsa, altına girip yağmurdan korunabilirsiniz. Bu durumda da bir şemsiyeyle aynı işlevi görecektir."
Nil ve Aksel




Aksel ve Nil'in Beyaz Adam'ı bulmaya çalışmasından önce, muhafızlardan kaçarken Ay'a giderler. Uyuduklarında ise(yandaki görsel) Nil, rüyasında Beyaz Adam'ı görür. Panayırdaki Kara Adam'dan trambolin kullanmanın yedi farklı yolunu öğrenen Nil, bu defa da Beyaz Adam'dan şemsiye kullanmanın yedi farklı yolunu öğrenecektir. 
Hatta ve hatta şemsiye kullanmanın yedi farklı yolu, Nil ve Aksel'in peşindeki muhafızlardan kaçmasına da yardımcı olacaktır.



Nil muhafızlardan kaçtı fakat Beyaz Adam'ı bulup evine dönebildi mi? Siz bu sorunun yanıtını bu yazıda değil kitapta bulacaksınız elbet ama şunu söylemeli ki, Orçun abiden başka kitaplar da okumalıyız. Kendisini ilk kez okudum ve dilini çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bu da beni internetteki öykülerini okumaya itiyor. Onlardan da bu kitaptan aldığım gibi çok büyük bir zevk alacağıma eminim.

Uyku sersemi kitap okuyan Bilge :)
Ayrıca kitaptaki çizimler çok hoştu. Buket Topakoğlu'nun ellerine sağlık.

Kitap bizimle birlikte İstanbul'dan İzmir'e yolculuk etti. İzmir'de tek solukta kitabı bitirdim ve ardından da 9 yaşındaki kardeşim Bilge'ye okuttum. Kitap bittiğinde ilk söylediği "Orçun abiye kitabın devamı gelecek mi diye sorar mısın?" oldu. 


Kitabın devamını merakla bekliyor size iyi okumalar diliyoruz efendim! 

12 Ağustos 2013 Pazartesi

İsyan Öyküleri (İncir Ağacını Kuş Diker) // Hamit Çağlar Özdağ



2011 yılında Kan Muskaları Destanı isimli 3 romandan oluşan bir seriyi bizle buluşturmuştu Hamit Çağlar Özdağ. Bu kitapla da isyanını dile getiriyor şimdi. Kan Muskaları kapaklarındaki yazar ve seri adında bulunan yazılar kabartmalıydı, Özdağ bundan tekrar vazgeçmemiş. Hatta bu sefer bunu hem ön hem arka kapakta kullanmış, çok da  iyi etmiş.

Kitapta öykülerden önce bizi karşılayan "Yaser'e ve Tahsin'e" yazısı oluyor. Devamında Bora Helvacıoğlu'ndan bir çizim ve önsöz geliyor. Önsözde Yaser ile Tahsin kimdir ufak bir bilgi ediniyorsunuz. Daha önsözde başlıyor içinizin cız etmesi.

"Töre" öyküsünün çizimi.







10 öykü kaleme almış Çağlar abi. Bunlardan birincisi "Töre". Masal, Cemal ve Hatice sizlere törenin ne olduğunu suratınıza 10 sayfada çarpacaklar.








"Kılıç" adlı öykünün çizimi.
Yazarın isyanı daha yeni başlıyor. 2. öyküye "Kılıç" ismini vermiş. Öyküden bir kısım alıntılayarak özetleyeceğim bu sefer: "Kalk evlat. Sen, ağlayacak son çocuk ol. Senin ağabeyin, zalimlerin sinsiliğine kurban giden son ağabey olsun. Al bu kılıcı eline. Bak şu işlemelere, çek içine bal kokan güzelliği... Gördün mü? Demirin niyetini sezdin mi? Kuşan hele bu kıyameti ve düş yola. Sanadır yeryüzünün güveni. Sen ki yücelere hakiki bir ders verdin, bize nefretin dipsiz kuyusunu gösterdin, sen ki bizleri o kuyuya düşmekten alıkoyup büyüklük ettin, hakkındır bu kılıç ey çocuk! yürü cihanı, gez her köşeyi. Ayakların erdikçe alemlere, elinde kılıçla yüzün göründükçe herkese, tüm silahlar utanacak! Boyunlarını bükecek tabancalar, namlularının ardına saklanacak tüfekler, füzeler işlemez olacak, bıçaklar kesmek nedir unutacak. Sen bu güzeller güzeli şaheserle yürüdükçe, dünyadaki tüm silahlar susacak. Budur biz yücelerin elinden gelen ey çocuk, gerisi insana kalmıştır, sizlerin aklına bırakılmıştır. Bu şanlı şöhretli kılıcı gören tüm silahlar dindiğinde, zalime kulluk eden cahiller hala can alıyorsa, o vakit kusura kalma, sözünü dinlemeyip nefretin o dipsiz kuyusuna atlayan ilk kişi ben olacağım! Çekeceğim rahmetimi insanoğlunun üzerinden, salacağım hiddetimi yedi düvele! Bil ki çocuk, o kara gün gelirse eğer, yalnız olmayacağım! Aha Tendürek'in tepesinde bekliyor yüceler, gördün mü, hepsi orada... Bil ki tekmili birden yanımda olacaklar... Senin saf yüreğinden süzülen ışıkla yıkandı bu kılıç, eğer huzurunda durulan silahlara rağmen savaşlar dinmezse, vay insanoğlunun haline be çocuk...
Vay kararmış yüreklere...
Vay hainlere...
Vay şeref yoksunu zalimlere...
Vay ki ne vay!"

Şimdiki öykünün adı ise "Alice Anadolu Diyarında". Adından da anlaşılacağı gibi diyar diyar gezen Alice bu defa Anadolu'ya geliyor. Neden mi? Artık yaşlanmıştır Alice ve yaşayacağı diyara karar vermek istediğinden düşmüştür son kez yollara. Geçenlerde Ural'la Altay'ın yöresinde yürürken bir dedeye rast gelmiştir. Bu dede kim mi dersiniz? Dede Korkut. Dede Korkut, Alice'e Nasreddin Hoca'nın yurdunu görmesini söylemiştir. Lafının devamını da şöyle getirmiştir: "...tavşan mavşan uğraşma, var git Anadolu'ya, Tiftiği Bol Mor Teke'yi bul, benden selam eyle." Böylelikle Alice, Tiftiği Bol Mor Teke'yi bulur. Teke de ona Anadolu'yu gezdirir. Acaba Alice orada neler görecek, yaşamaya karar verecek mi...

Siz Alice'in Anadolu'da yaşayıp yaşamayacağını merak ededurun ben de diğer öyküye geçeyim... "Melekler Hata Yapmaz". Öyküde isyan eden bir Şeytan ile karşılaşacaksınız. Bütün insanların cehenneme gelmesinden dolayı Kiramen Katibin'in hata yaptığını düşünür. Yeryüzüne çıkar sonradan ve olanları görür. Kiramen Katibin gerçekten hata yapıyor mudur? Bunu öykünün sonunda Şeytan'ın kaleminden bir dilekçe ile öğreneceksiniz.

Sıra "Hayalet"e geliyor. Bence Hamit Çağlar Özdağ tüm isyanını bu öyküye kusmuş. Yaser'i biraz tanımıştınız ya önsözde, bu defa kim olduğunu tam anlamıyla öğreniyorsunuz. Tüm isyanını kusmuş dedim ya hani, belki de Yaser'i daha önceden araştırıp şimdi de tekrar bu acı gerçeklerle karşılaşınca bana öyle geldi, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da Çağlar abinin bu öyküde Yaser'i ne de güzel anlattığı, ondan geleceğinin nasıl çalındığından ne şekilde bahsettiğidir... Ve öykünün sonunda der ki: "Adalet yerini bulmadıkça, Yaser ve Yaser gibiler, inadına yaşayacak..."

"Hayalet"te Yaser'i anlatan Çağlar Özdağ hemen ardından Tahsin'i anlatıyor. "On İki Can" diyor bu defa. Yitip giden on iki can... "Uykuya yatmış tüm çocuklar o an 'Baba' diye inledi. Kimse 'Şehit' demedi, 'Vatan' diyemedi. 'Büsbüyük devlet' martavalını okuyan okuyan yek bir adam bile çıkmadı ortaya, erenin huzurunda kimse yalan söyleyemedi. Ağızlardan sadece bir kelime döküldü toprağa:
Çocuklar 'Baba' dedi."

"Portakal Kardeşliği"nin çizimi.




Sıra geldi 7. öyküye. "Portakal Kardeşliği". Emekli bir polisin ağzından anlatılıyor öykü. Özdağ bizi geleceğe götürürken teknoloji konusunda da "Nereye gidiyoruz?" dedirtiyor. Emekli polisin ağzından okuduğunuz bu öykü seveceğinizi düşündüğüm öykülerden biri.










8. öyküyü daha önce Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nde görmüş olabilirsiniz. "Kıyamet". Ama biraz değiştirmiş yazar bu öyküyü. Seçkide daha düz anlatıyor, kitapta kelimelere biraz daha can verip, süslemeyi ihmal etmiyor. Kısa bir öykü bu diğerlerine nazaran ama etkileyici olduğu su götürmez bir gerçek. 


"İncir Ağacını Kuş Diker"in çizimi.




Ve isyan edilen son öyküye geliyor sıra, kitaba ismini veren öyküye... "İncir Ağacını Kuş Diker". "Çoğu bilmez ama benden söylemesi, incir ağacını kuş diker. Sen hiç incir diken bahçıvan gördün mü? Göremezsin." diyerek anlatmaya başlıyor Özdağ. Sonra bir de incir ağacının gücünden, inatçılığından bahsediyor. Öykünün ilk bölümünde incir ağacını kuşun diktiğini iddia ediyor ve ikinci bölümde iddiasını doğruluyor. Doğrularken Sivas'taki Madımak katliamına yer vererek son kez toplumun adaletten yana noksan taraflarına değiniyor.








Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor: "...yazar, onuncu öyküsünde okurun içini ferahlatmayı ihmal etmiyor." Ve öykünün adına da "Kusursuz Bir Gün" adını veriyor. 9 öyküde içiniz burulsa da son öyküde arka kapak yazısında da dediği gibi içinize su serpiliyor. Ufak da olsa gülümseyebiliyorsunuz en son.

Kelimelere hayat verme şeklini çok sevdiğim bir yazar Hamit Çağlar Özdağ. Kan Muskaları'na verdiği emeği az buçuk biliyorum ama bu da onun için ayrıca özel bir kitap. Ve benim için de sanırım Kan Muskaları'ndan bir kademe daha yukarıda ve özel oldu İsyan Öyküleri. 

Tek bir olumsuz eleştirim var kitap için... Görseller. Bora Helvacıoğlu'nun çizimleri pek bir hoş elbet. Ellerine, kalemine sağlık. Ama kitapta sayfayı tamamen doldursaydı boyutları daha iyi olabilirdi. Özellikle "Kıyamet" öyküsünde görsel problemi var bence. Ama yazarıyla görüştüğümde onun elinde olmadığını ve onun da kitap eline geçince gördüğünü öğrendim. O kadar güzel öyküler yanında bir nazar boncuğudur bu o zaman.

Dediğim şeyi tekrarlayacağım yine: "Sen hep yaz Hamit Çağlar Özdağ, biz hep okuyalım."

4 Ağustos 2013 Pazar

Düşler Kabuslar Ve Gelecek Masalları // Doğu Yücel



  • Bu incelememi dilerseniz Kayıp Rıhtım üzerinden de okuyabilirsiniz. 

“Gerçek bir tiyatro yapıtı sunmaya yönelik tüm çabalar halkın sonsuz yaratıcılığından esinlenmektedir. Ayağını Türkiye toprağına basan, halkın sorunlarına ortak ve kendisine sunulan küçük bir çıkarın büyüsüne kapılmayan onurlu sanatçılar vardır Türkiye’de. Onlar oldukça tiyatro da olacaktır.” –Erkan Yücel

Profesyonel yazarlık hayatının son 11 yılını Blue Jean dergisinde müzikle iç içe geçiren Doğu Yücel’in ilk kitabı olma özelliğini taşımaktadır Düşler, Kâbuslar ve Gelecek Masalları. Bir öykü kitabıdır bu, ardından iki kitap daha yazmıştır yazarımız. Sırasıyla; Hayalet Kitap, Varolmayanlar.



Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları, ilk baskısını 2000 yılında yapmıştır. Bu yıllarda ülkemizde fantastik edebiyat halen kendine bir yer bulamamış olmasına rağmen; gerek yazarın ilk kitabı olmasından, gerekse hayal gücünü elverişli bir şekilde kullanmasından dolayı eleştirmenler ve okurlardan geçer not almayı başarmıştır.


İlk baskı Çitlembik Yayınevi tarafından basılmış olup, 11 öykü içermektedir. 2. baskısı 2002 yılında Stüdyo İmge Yayınları tarafından yapılmıştır ve bu baskıda içerisine “Para Adam” isimli öykü de eklenerek öykü sayısı 12’ye çıkarılmıştır. Kitabın baskıları maalesef tükenmiş, basımının üzerinden 10-12 yıl geçmiş durumda. Sahafları gezip -şans sizinle ise- bulabileceğiniz veya internette bazı sitelere düştüğünde temin edebileceğiniz bir kitap bu. Yani hemen ümidinizi yitirmeyin.



Kitabın içeriğinde 12 öykü var demiştik, onları şöyle sıralayabiliriz: “Rüya Çocuk”, “Bariyer”, “Tiyatrodaki Hayat”, “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”, “Hayalperest”, “İlahi Düello”, “Büyük Aşklar Küçük Harfle Yazılır”, “Ölü Sevgiliye Mektup”, “Binbir Gündüz Masalı”, “Aşk, Şeytan ve ÖYS Üçgeninde Bir Faust”, “Hayalet Geminin 14 Delisi”.

Kitabın hemen başında, yazarımız Doğu Yücel’in, bu ilk kitabını 1985 yılında bir trafik kazasında kaybettiğimiz değerli sinema ve tiyatro sanatçısı, babası Erkan Yücel’e ithaf ettiğini görüyoruz.

Sayfaları çevirdiğimizde ise bizi karşılayan ilk hikâye “Rüya Çocuk” oluyor. Her gece rüya gören, her sabah uyandığında rüyasını unutan bir karakteri anlatıyor öykü. Sabahları uyandığında annesine rüya gördüğünü, annesi rüyanın ne olduğunu sorduğundaysa unuttuğunu söyleyen çocuk; düşlerinde yeri geliyor peşindeki iki pembe elbiseli polisten kaçıyor, yeri geliyor kendini yontma taş çağında bulup ilk insanları ve dinozorları görüyor. Hatta platonik âşık olduğu kız ile dans da ediyor. Okurken içinizden “Nereye kadar rüya görecek ve unutacak?” demenize ramak kala, yazar öyküyü beklenmedik ve güzel bir son ile noktalıyor.

“Hayalleri gerçekleştirecek yeteneğim varsa bile bunun ne önemi var hayalsiz bir bedende? Varın bana hayalperest deyin. Hayallerin söndüğü bir dünyada bir hayalperest yaşayamaz.”


Kitaptaki 3. hikâyeye gelelim. “Tiyatrodaki Hayat”. Uğur Önçağ tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir oyuncudur. Kendi tiyatrosunu kurmuş, oyunlar yazmış, kendi yazdığı oyunları yönetmiştir. Turnelerde elektriksiz köylere tiyatro götürdüğü anlatılmıştır hep. Ne darbe, ne savaş, ne hapishane, ne de 10 yıldır peşini bırakmayan hastalığı engel olmuştur oynamasına. Hastalık gücünü zayıflatmış, sesini titrek hale getirmiş, vücut kontrolünü kaybettirmiştir ama o yine de büyük bir aşk ile oynamaya devam etmiştir. Bakalım 10 yılın ardından hastalık iyice kendini gösterdiğinde okurları ne gibi bir sürpriz bekliyor olacak?

Kitaptaki bir diğer öykü ise “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”. 8 ışık yılı uzakta olan, Neyorik adlı bir gezegenden gelen Yorb, bir televizyon programına çıkıp ölümsüzlüğün sırrını açıklar. Açıkladığı anda sunucunun ve televizyon başındakilerin tepkisi ne olur? Peki ya bu sır ne? Doğru mu? Herkes bu sırra inanıyor mu? Ölümsüz olabilmek için insanların ne yapması gerekiyor? Yorb, bu sır dışında başka neleri açıklıyor? Yorb’un insanlar hakkındaki düşünceleri ne? Her şeyin cevabı için sayfa 53’ü çevirmeniz yeterli…

“Hayallerin adamını anlatmamı istiyorsunuz benden. Öyleyse anlatacaklarımın da hayali olabileceği konusunda uyarmalıyım sizi.”



Kitabın 5 numaralı öyküsünün adı ise “Hayalperest”. Şahsen bu benim en sevdiğim 2 öyküden biri(bir diğeri ise “Tiyatrodaki Hayat”). Yazar Doğu Yücel, bu öyküde öykünün adından da anlaşılacağı gibi hayalperest birisini anlatmaktadır. Yücel, öyküyü hayalperestin arkadaşının ağzından yazmıştır. Ayrıca öyküdeki bazı noktaların yazarın hayatı ile paralellik gösterdiğini söyleyebiliriz. Kısaca, “öykü yazarından alıntılar taşıyor” dememiz de mümkün. Bunların ne olduğunu soracaksınız tabii. Hemen birkaç örnek vereyim o zaman sizlere; öyküdeki hayalperestin babası da Doğu Yücel’inki gibi tiyatrocudur ve hayalperestin babası da Doğu Yücel’in babası gibi bir trafik kazasında vefat etmiştir. İkinci ortak nokta ise hayalperestin de Doğu Yücel’in de babasını ölümün ne olduğunu anlayamayacak bir yaşta kaybetmiş olması.(Doğu Yücel babasını 8 yaşında kaybetmiştir.) Sizlere sunacağım son ortak nokta ise şudur; hayalperestin hayali bir gezegeni vardır, Kartopu gezegeni. Kartopu; Doğu Yücel’in de hayali gezegenidir ve o da hayalperest gibi güçleri, karakterleri ve kostümleri birbirinden farklı onlarca kahraman yaratmıştır küçücük bir çocukken. Hikâyeler kurmuş, sonra onları okul defterlerinin arkasına yazmıştır ve Kartopu hikâyeleri birçok defter eskitmiştir. Benim bu öyküyü bu kadar çok sevmemin nedeni bu ortak noktalar olsa gerek. Bakalım sizlerin yorumları ne olacak ve Yücel öyküde sizlere hayalperest hakkında başka neler anlatacak?

“Ölümden önce söylenen aşk cennete akar, cehennemde olsan bile bulur seni, ölümcül alevlerin içinde serinletir ruhunu.”


Sizlere sunacağım son öykü; “Ölü Sevgiliye Mektup”. Kitabın 8 numaralı öyküsü. Kont Drakula’nın ölen karısı Elizabeth’e yazdığı mektuptur bu öykü. Drakula, eşi öldükten sonra yalnız kaldığını yazar mektuba. Elizabeth’den sonra at arabalarını da özlemiştir çok. Bir de isyanı vardır mektubunda. “Korku öldü, insanlığın kalbinde. Bir zamanlar insanlar adımı duyduklarında titrerler, akıllarına ilk gelen duayı mırıldanırlardı. Bugünlerde ise komedi filmlerinin komik figüranı, Hollywood’un malzemesi oldum.” diyerek anlatır isyanını. Bir zamanlar kanını içtiği, öldürdüğü insanlık tarafından işinden kovulduğunu söyler. İnsanların aşkı yok etmesinin kendisini öldürdüğünü söyleyen Drakula; mektubuna “Aşkı yaşatmanın alemi yok, artık. Öldürüyorum aşkı. Son hançeri ben saplıyorum. Cehennemde görüşürüz,” diyerek son noktayı koyar.

Doğu Yücel’in hayatından da izler taşıyan bu birbirinden güzel öyküleri okumanız için şu anlık iki seçeneğiniz mevcut fakat ikinci seçeneğin şüpheli olduğunu belirtmek isterim. İlki; kitabın baskısı tükenmiş olduğundan, sahaflardan veya çeşitli kitabevlerinden arayıp bulmak. Bir diğeri ve şüpheli olan ise; yeni baskıyı beklemek.

16 Haziran 2013 Pazar

Yeraltından Notlar // Dostoyevski


"19. yüzyıl insanı en başta iradesiz olmalıdır, böyle olmak onun boynunun borcudur; iş beceren, iradeli adam aptal, dar kafalıdır. İşte benim kırk yıllık yaşamımda vardığım sonuç!"

"Aklı başında bir adamın sözünü etmekten en çok zevk alacağı konu nedir, bilir misiniz?
Yanıt: Yine kendisi...
Öyleyse ben de kendimden söz edeyim biraz..."

"... her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık."

"... değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır."

"Bir kerecik bilinçli olmayı bir yana koyarak, ilk sebebini aramadan, uzun boylu düşünmeden, körü körüne bırak duygularının akışına; sev ya da nefret et, boş durmamak için bir şeyler yap!"

"Baylar, kendimi herkesten akıllı saymamın tek nedeni, bitirmek şöyle dursun, yaşamım boyunca hiçbir şeye başlamamış olmamdır."

"Can sıkıntısından insan neler uydurmaz!"

"... insanoğlu ahmak bir yaratıktır, hem de görülmemiş derecede... Daha doğrusu ahmak değil de nankördür, eşine rastlanmayacak kadar nankördür. Çünkü, sözün gelişi, insanlar demin anlattığım mantık  düzeninde yaşayıp giderlerken bayağılı yüzünden akan, daha doğrusu gerici, alaycı bir beyefendi ansızın ortaya çıkıp elini böğrüne dayayarak, hepinize: 'Ne dersiniz beyler, şu mantıklılığa bir tekme vurup bütün logaritmacıları bir anda cehenneme yollasak da, gene eskisi gibi ahmakça, başımıza buyruk yaşasak nasıl olur?' diye bağırırsa hiç şaşırmayın!"

"Aslında şunları aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Doğa neyi, ne zaman yapacağımızı bize hiç sormaz; onu hayalimizde canlandırdığımız gibi değil, gerçekte olduğu için kabul etmeliyiz; bir çizelge, bir takvim, hatta bir imbik peşindeysek, bunları kabul etmekten başka çaremiz yoktur! Böyle yapmasak bile, bize kendini nasıl olsa kabul ettirir."

"Ama insanoğlu aptal değilse bile korkunç derecede nankördür. Evet, eşi bulunmaz bir nankör! Bana kalırsa insanın en iyi tanımlaması şöyle olmalı: İki ayaklı nankör bir yaratık."

"İnsanın yaratmayı, yol açmayı sevdiği su götürmez bir gerçektir. Ama, sorarım size, neden bir yandan da yıkmaya, her şeyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu?"

"Karıncalara gelince, onların ev yapma düşünceleri bambaşkadır. Karınca yuvası denilen, yıkılmak bilmez, şaşılası yapıtları vardır."

"Peki ama nasıl oluyor da, siz, yalnız olumlu, normal durumların, kısacası refahın insan çıkarlarına uygun olduğunu böylesine kendinizden emin, böbürlene böbürlene söyleyebiliyorsunuz?"

"Anlayışınızla övünüyorsunuz, bir yandan da tereddütlerle dolusunuz; çünkü kafanız işlediği halde yüreğiniz kötülük batağına gömülmüş; oysa yüreği temiz olmayanın anlayışı da kıttır."

"Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği şeyleri vardır. Hatta dostlarına bile açılmayacak, gizli kalması koşuluyla yalnız kendi kendimize itirafta bulunacağımız durumlar olur."

"Kâh canım kimseyle konuşmak istemez, kâh çok konuşkan bir adam kesilerek işi herkesle dostluk kurmaya kadar vardırırdım."

"Aşk!.. Aşk her şeydir. Aşk bir kızın, değeri elmaslarla ölçülemeyecek servetidir."